



R3 was here...
Daha önce yazmıştık , dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sol beklerinden birini yedek bırakmak gibi bir şerefimiz vardı fenerbahçe olarak . Ve gün geldi çattı o büyük sol bek terk-i diyar eyliyor. Az buçuk dilim döndüğünce her platformda mümkün olduğunca futbol takımının altyapıdan gelen genç yetenek ağırlıklı kurulmasını hayal ettiğimi belirtmişimdir. Fenerbahçe kulübünün kültürüne de taban tabana zıt bir düşünce yapısı olduğunu bildiğimden "hayal" olarak nitelerim hep , gerçekleşeceğine dair en ufak bir ümidim yok.
Realiteye gelecek olursak Fenerbahçe kulübü her zaman sansasyon ve gösterişin beşiği olmuştur. Ve özellikle internet aleminde sıkca kullanılan jargonlardan olan Futbolda Endüstriyelleşme sürecine en iyi adapte olan kulüplerin başında gelmesi dolayısıyla bu sansasyonun derecesini her sene biraz daha artırarak gözümüze sokmayı başarmıştır. Transfer konusunda başka bir seviye'ye geçiş Ortega transferiydi . Aktif olarak futbol oynayan tabiri caizse emekliliği gelmemiş olan futbolcular içinde arjantin milli takımı gibi en tepedeki 2-3 takımdan birisinden bir oyuncuyu almak gerçekten büyük başarıydı. Avrupa başarısı şusu busu ayrı bir tartışma konusudur ama bu transfer Fenerbahçe'nin transfer liginde hatırı sayılır şekilde basamak zıplamasına sebep olmuştu. Bu basamaklar sonrasında PvH , Alex , Appiah , Anelka gibi hamlelerle pekiştirildi sürekli. Anelkayı bir kenara koyacak olursak bütün bu hamlelerin en şaşalısı Roberto Carlos idi bence.
Sezon başında Daum "onlar hiç 6'da 6 gördü mü" minvalinde bir açıklama yapmıştı. Evet haklıydı onu görmediğimiz gibi böyle 3 maç üst üste mağlubiyeti de görmemiştik pek. Fenerbahçe takımı pamuk ipliğiyle bağlıymış , fena dağıldı kolay toplanacağını da sanmıyorum keza daumun böyle sorumluluk alıp oyuncuları motive edebilecek bir yapısı yok. Takımda gerçek manada "kaptan" lık yapacak bir adam da yok ki , en hırslı adam zamanında yan hakeme "fenerli misin lan.." diye çıkışan emre , güler misin ağlar mısın ?
Resmi site magazin basını mertebesinde topçusunun gece kulübünde içtiği tekilaları sayıyor , dünyanın en büyük milli takımın sol beki 2 tane düzgün top açamıyor , büyük başkan milyon euro saydığı topçuların ruh gibi dolaşmasına değil hakeme sinirlenip şeker komasına girip çıkarak kulüpler birliğinde istifa ediyor ama takım avrupa uefa liginde gruptan 1. çıkıyor evet hala ümit var bence.
İşim gereği takım elbise ile fazlasıyla haşır neşirim. Adam gibi üstüne oturan bir takım bulmak hep dert olur insana , terziye götürürsün düzelttirmeye ağrı yüzü bir tarafa gider sinir olursun o kadar para verdiğine. Vitrindeki mankenlerin üstüne giydirdikleri takımların arkasından iğneyle ayar çektiklerini gördükten beri satıcıların "abi tam sana göreymiş bu ceket" dediği hiç birşeyi de almıyorum zaten. Neyse geçen hafta el classico ya da bizim bildiğimiz ismiyle r.madrid-barcelona maçını izlerken yine gözüme çarptı , Guardiolayı tanımayan bir kişi bir dergide görse herhalde onu altınyıldız sarar veya kiğılı reklamı için poz veren fotomodel zannedebilir. Barcelonayı oldum olası hatta zubizaretta zamanlarından beri hiç sevmemişimdir zaten bizim gibi 30 yaş üstü bir futbolseverin çöldeki vaha misali ayda yılda bir defa izleyebildiğimiz avrupa kupası maçlarındaki r.madrid'e hayran olmamasını imkansıza yakındır. Ancak hakkını vermek lazım ki Guardiola bu takım elbise seçimleri sayesinde barcelona futbol takımında gözüme sempatik görünmeye başlayan ilk kişi oldu.
Hatta bu konuda suitsociety isimli bir blogda Josep Guardiola's Sytle başlıklı bir konu bile yazılmış. Yani demek ki algıda seçicilik sadece bizde değilmiş. Blog yazarı Guardiola'nın takımlarının özel dikim olduğuna inanıyormuş , bence de mutlaka iyi bir terzinin elinden geçiyor bu takımlar ama sıfırdan mı yoksa seri üretim bir markanın rötuşlarla adam edilmesi mi bilemeyiz taa ki bir magazin muhabiri çıkıp da kendisine sorana kadar . İspanyada magazin muhabiri var mı ? varsa futbol alemiyle ne kadar ilgili acaba ?
Kiğılı'ya Guardiola serisi çıkartmalarını teklif etmeyi düşünüyorum.
3-0 çok net skor , hiç bir mazereti ve savunması olmayacak derecede net bir skor ama yine de insan ilk yarının sonundaki temdit frikiği üç parmak aşağı çarpıp içeri girse ne olurdu diye sormaktan kendini alamıyor.Kendi adıma hiç sevmediğimi her fırsatta dile getirdiğim Emre'nin takımın kurgusunda bu kadar önemli bir yere sahip olmasından rahatsızım.Keşke kendine defalarca şans verilen Selçuk performansıyla onun yerinde olsaydı.Emre sakatlanıp çıkana kadar skor ne olursa olsun maçın piskolojisi fenerbahçenin elinde idi. Emrenin yine yeni sakatlanmasıyla daumun yanlış hamlesi psikolojik ve teknik üstünlüğü beşiktaşa devretmiş oldu.Daumun bazı oyunculardaki saplantı derecesinde ısrarına artık yorum yapmak mantıksız. Bu seçimleri mantıkla bağdaştırma çabaları insanın kendi kendisini harap etmesinden başka bir şeye yaramıyor.Tam olarak ne mevkide oynadığı anlaşılmamış gamsız bir Dos Santosun ortaya çekilip bir başka gamsız futbolcu wedersonun sol kanada alınması bana sorarsanız o anda yapılacak 5. veya 6. hamle olmalıdır.Herkesi kendi mevkisi dışında oynatıp içindeki gizli cevheri keşfetme hayaliyle yanıp tutuşması dauma bir beşiktaş mağlubiyetine mal olduk. Emrenin çıkışı ile yapılacak hamlelerde daumunkini 5. sıraya koyduk peki 1. sırada ne olmalı dersek , M.Topuzu ortaya çekip Kazımı sağ kanada alarak Semihi oyuna sokardım ben. Bu hamle ile belki sağ kanatta Gökhan yalnız kalırdı ama Alexle biraz daha fazla alışveriş yapacak bir Semih sayesinde top Beşiktaş alanına daha çok yığılabilirdi . Bu da Beşiktaşın ilk gol sonrası göreceli de olsa artan orta ve sol kanat bindirmelerini frenlemiş olurdu.Bir sonraki adımsa Dos Santosu çıkartıp Özeri de sol kanada koyarak biraz daha topu çevirip hakimiyet kurabilecek bir takıma dönüşebilirdi Fenerbahçe. Yine de maçı kaybedebilirdi ama en azından biraz daha mantıklı işler yaptıktan sonra yenilmiş olmanın mağrurluğu olurdu.
Lugano gibi bir kaptanın Boboya o vuruşu yaptırması , volkanın kolunu bile kaldırmayıp topun ipne deliğinden geçer gibi kaleye girmesine izin vermesi , İ.Üzülmezin kendini aşıp üst üste bindirmeleri ve Uğur incemanın ofsayttan atıığı gol gibi detayları bir kenara koyarsak koca bir paragraf ve hatta özel bir web sitesi bile açsak yeterli olmayacak konu Alex'in durumu hakkında iki satır karalamazsak olmaz. Koca bir takımın tüm sistemi bir oyuncuya bu kadar endekslenir mi ? Bir takımın/hocanın bir B planı olmaz mı ? Bütün sistem üstüne kurulmuş bir oyuncu biraz sıkı bir markajla böyle kolay sürklase olur mu ? Takımı 1 kişi eksik oynatan bir adama kaç dakika dayanılır ? gibi klişelerden bir demet halinde sorular sıralayabiliriz. ama hiç biri Alex'in varlığındaki ikilemi çözemez. Bu ikilem çözülemeyeceğine göre ksıa vadede Alex'in etinden sütündan maximum derecede faydalanırken uzun vadede de takım içindeki özgül ağırlığını düşürecek hamleler yapılması beklemeliyiz normal olarak ancak işin içinde Daum olduğunu unutmadan hayal kurmak lazım. Benim tercihim her zaman 1 Alex yerine 3 Baroni ile oynamaktır.
“Ben” kavramının ağırlığının artması konusuna tekrar dönersek; bu “modern iletişim” yöntemleri hepimize yeni kimlik tanımları kazandırdı aslında. Hepimiz Twitter‘da yaptıklarımızdan, Facebook‘da özel yaşamımızın zenginliğinden bahsediyoruz. Last.fm‘de dinlediğimiz müziklerin kalitesinin, FriendFeed‘de ilgi duyduğumuz konuların biricikliğinin altını çizmeye çalışıyoruz özünde. Yoksa neden oralarda olalım ki?
Sosyal medyada bıraktığımız her iz bir “ben”. Her paylaştığımız kendimiz ile ilgili yeni bir ipucu. Oyun gibi. Yeni bir profil yaratıyoruz, yeni bir “ben” tanıtımı yapmış oluyoruz. Hepsi kendimizle ilgili.
Pardus tarafında kullanılabilecek güzel bir yazılım bilbo blogger , wordpress'in veya blogspot'un detaylı widget,plugin vs. özelliklerinden faydalanmadan en yalın haliyle bir günlük tutup bol düz yazı üzeri az grafik kullanmak isteyenler için gayet yeterli. Misal temelaksoy.com gibi bir blog sitesi sahibi olsam gözümü kırpmadan bilbo kullanırdım. Kendi blogunu tanımlıyorsun , sonra basit bir editör ile yazıyorsun yazacaklarını gönder diyorsun ve işlem bitiyor , hoş normal bir blog arayüzünde fazlası da var ama daha çok masaüstünde fazla çalışıp da arada aklına geldikçe bir kaç satır karalayanlar için (bkz. ben) ideal bir yazılım ancak halen linux tarafında tamamen taşınamadığım için windows kısmında da bilbo olmadığından mecbur firefox veya opera ile blog mesajları gönderiyorum. Pardus hata takip sistemine soap ile ilgili sorunları yazmak istiyorum , bu sorunu halletseler medula sistemine de pardus ile ulaşabilmiş olacağız ki gayet güzel bir gelişme olur .
Aslında bu bilboya iki üç sekme ekleyip hem facebook,hem friendfeed hemi de twitter'a durum mesajını gönderebilecek hale getirseler , tek elden bütün sosyal ağları bağlamış olur üstüne de bloga düğümleyerek verimlilik esaslarını kökünden yerine getirmiş oluruz.Kopete gibi olsun işte.Ben google'ın yerinde olsam wave ile falan uğraşacağıma ilk önce böyle basit bir program yapardım , hoş belki de vardır birileri düşünüp çoktan yapmıştır bile. Vakit olsa şeytan diyor indir 2-3 python kitabı çalış öğren yaz programları çatır çatır ( şeytan senelerdir python diyorda bizdeki tembellik kimsede yok ) .
Her zamanki gibi fotograf makinasını pillerini kontrol etmeyi unuttuğum için tam benim prensesin de olduğu 4 yaş grubu sahneye çıkacakken simsiyah ekrandaki pil bitmiş uyarısı ile kendime bir defa daha küfür ettim,sonrasında en geleneksel yöntemle pilleri çıkartıp pantolona sürttükten sonra yerlerini değiştirerek tekrar taktım ve bana acıyan makina "hareketli objeyi çekme" seçeneği ile devam edebilmeme izin verdi.
Cumhuriyet bayramı müsameresi olduğu için bol bayraklı bol şiirli geçti diyebilirim , ben küçükken ilkokulda falan bu bayram kutlaması veya birşeyin yıldönümünü anma gibi durumlarda çok tırsardım , saygı duruşunda falan gülerim de öğretmen görürse dayak/fırça yerim diye. Bugünkü gösteride benim prenses perde açıldı gözleriyle şöyle bir tur atıp bizi gördükten sonra ağlamaya başladı bitene kadar durmadı. İnsan hiç ağlamasın çıksın çatır çatır şarkısını söylesin herkesi kendisine hayran etsin istiyor bir tarafıyla ama sonra en nihayetinde daha 4 yaşında bir çocuk deyip içinden salya sümük ağlamak geliyorsa ağlasın deyip kendi içinde işi tatlıya bağlamış oluyor.
Geçen hafta sabah kreşe gitmek için uyandığında "baba beni ne zaman maça götüreceksin" diye sormuştu bu akşam yanıma alıp kızım bu kadarcık bir kalabalıkta heyecanlandıysan maça gittiğimizde ne yapacaksın güzel prensesim diye sorasım geldi ama yine karşımdakinin bir çocuk olduğunu hatırlayıp sustum. İnsan çoğu zaman kendi gibi zannedip karşısındaki çocuğu hizaya sokmaya çalışıyor ya dışardan bakıldığında en komik göründüğü zamanlar bunlar oluyor.
Pırıl pırıl sicili var diye insanın suç işleme hakkı varmıdır ? Ya da hayatta ne kadarlık bir temiz sicil kıdemi bize sınırsız ahlaksızlık yapma imkanı verir ? Fenerbahçe-Efes Pilsen final serisinin 3. maçına karaborsa biletle girmiştim ve maç uzatmaya gittiğinde ulan bu seriyi kaybederiz galiba diye içimden geçirmiştim.Nitekim öyle de oldu , seriyi kaybettik.Aylar sonra bu maçlarda alınan örneklerden doping çıktığını okuduğumda şaşırmıştım , ama daha çok şampiyonluk maçında milli takım oyuncusunun dopingli çıkmasını sıradan bir olay gibi ele alıp sadece avrupa şampiyonasında bölgesinde iyi eleman yok diye kerem gönlümün yokluğuna hayıflanarak bakan medyaya daha çok şaşırmıştım. Aynı maç sonunda alınan numunelerden ikinci oyuncuda da aynı maddeden amma velakin sınır değerin 2-3 birim altında çıkması (ki resmen doping olmasını engelliyor bu değer) da kimseyi şaşırmadı bizden başka herhalde. Fenerbahçenin "lobi ve yaygara özürlü" yönetimi sayesinde bu olay yaa bizim kerem mi , iyi bilirim ben onu pırıl pırıl çocuktur yapmaz öyle bir şey kıvamına geldi çattı. Üstüne üstlük son kupa finalinde bazı efes pilsen taraftarı olmak gibi şuur kaybı yaşamış kişiler tarafından video klip tadında surata takılan maskeler ile allanıp pullanarak masumiyet katsayısına bir kaç puan daha eklendi. Son olarak da büyük siyo Tuncay Özilhan tarafından basın danışmanlarına yazdırılmış bir basın bildirisi ile zeytinyağı kıvamındaki hamleler devam ediyor. 100 yılı geçmiş kulübe 100.yıl kitabı hediye etmekten bahsedebilmek de baya bir cehalet gerektirir.
Neyse bu film daha çok annelik üstüne kurulu , garibim baba ortamı yarı yolda terkediyor ama yine anneliğe , evlat sevgisine garip ve biraz da ütopik bir bakış fırlatmış yönetmen veya senarist artık hangisinin aklına ilk geldiyse. Zaten en temelinden fiziksel bir bağ ile başlayıp duygusal destekle süren anne-çocuk ilişkisinde annenin ne kadar gözü kara olabileceği üzerine suratımıza soru işaretleri fırlatılıyor bolca . Ben payıma düşenleri aldım ve "anne" lerden daha da tırsar hale geldim. Ama babalığın annelikten daha ulvi , çetrefilli ve açıklanamaz olduğu konusundaki ısrarlarımdan geri adım atmış değilim. Bu konudaki düşüncelerimi toparlayıp yazmak istiyorum ama ilk önce Turgenyev'in Babalar ve Oğullar kitabını hatim ettikten sonra ordan zıplayıp en tarif edilmez duygu olan babalar ve kızlarının ilişkisi üzerine ahkam kesecek birikime gelmem lazım ki bu konuda dünyalar güzeli bir yardımcım var.
"emre kendisine verilen 1535 maçlık ceza karşısında şoke olduğunu belirtti.Yakın çevresinden emrenin adam mı öldürdük ne cezası bu kardeşim diye serzenişte bulunduğu öğrenildi.Emrenin cezaya itiraz hazırlığında olduğu bildirildi. "